Zeynep Alica’nın tren yolculuğu, gezi, bisiklet ve iklim üstüne yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Penceremin önünde bir ağaç var. Kar yağınca mutluluk ağacım oluverdi. Her baktığımda kar yüklü dallarına hem dingin ama bir yandan taşıvermek isteyen bir sevinç dalgası yayıyor içime. En minik dalcığından en afillisine uçlarında dünya yüklü birer su damlacığı ekli kar yüklü dallarının. Dallar o halleriyle içiçe geçmiş, nasıl zarif ve albenili…
Bu halin ertesi günü, sabahın erinde yine mutluluk saçıyor ağacım. Bu kez dallarındaki kar birikintileri erimiş ve ara ara buza dönmüş. Arkadan vuran sabah güneşi eşliğinde ışıltılar dansediyor odamın duvarında. Dallarında yumuk kuşlar konukluk ediyorlar. Daha önce görmediğim, kendince rengahenk olmuş yumuk kuşlar bunlar. Çekik kara gözlü, topak karınlı, bebek yumruğundan biraz büyük en miniği. Kuşlu bir ağaç şenliği içinde, yaşam basmış bir ruhla yola çıkıyorum Gebze’ye doğru. Bolu’ya dek her yan kar altında, güneşli berrak bir hava otobüsün penceresinin ardında eşlik ediyor düşüncelerime. Havanın berraklığı ferah feza düşünceleri yoğuruyor otobüsün içinde oturmak zorunda olmama rağmen. Aklıma öğrencilerimle Almanya’da yaşadığımız, kısacık ama öz bir olay geliveriyor. Bir öğretmen arkadaşımla bir proje hazırlayıp 10 liseli öğrencimizle Almanya’da bulunan Chemnitz adlı sanayi kentine üç haftalık staja gitmiştik. Trenin ulaşımın temel aracı olduğunu farketmemiz kısa sürdü tabi ki. Oldukça uyumlu ve biraz kaçık bir grup oluverdik tez zamanda. Trenle bir saatten az bir sürede Dresden şehrine gidebilme şansına sahiptik. Dresden, İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde müttefikler tarafından taş üstüne taş kalmayacak şekilde bombalanmış bir şehir. İçinden Eber nehri güzel güzel akıyor. Şehrin silüeti bombardımanda yıkılmış fakat sonraki yıllarda şehir halkı tarafından sabırla onarılmış zarif kilise kuleleri tarafından ince ince süslenmiş. Dresden’i gezi planımızın başlangıç noktası olarak görüyoruz öğrencilerimizle. Tren garında bilet makinalarını keşfediyoruz. Bilet makinasının işleyiş biçimini çözdükten sonra Avrupa’daki tüm şehirlere trenle ulaşabileceğimizi anlıyoruz. Bu durum hepimizi şaşkın bir heyecana itiyor. “Buradan Viyana 8 saatmiş, hem de grup olunca çok uygun fiyatı” ya da “Vay be Paris’e bile gidebiliriz öğretmenim” cümleleri havada uçuşuyor. Ama bizim hedefimiz belli. Yaklaşık 4 saat süren bir yolculuğun ardından Polonya’nın Wroclaw şehrinde olacağız. Kararı verir vermez orada buluna hostellardan birinden yer ayırtıyoruz. Çok ekonomik bir güzergah bu ve bir ülke daha görmüş olacağız üstüne üstlük.
Heyecanlı çığlıklar eşliğinde trendeki yerlerimizi alıyoruz. Çocuklar koltuklarına gömülüyorlar. Yanyana ya da karşılıklı oturup keyifle sohbet ediyorlar. Anonslardaki Almanca’ya bir süre sonra ince sesli Türkçe şarkılar eşlik ediyor. Sınıra yaklaşınca Lehçe anonslar başlıyor ve bu dil değişimleri, trenin çufçufları eşliğinde uyuyakalıyor çocuklar. Gençler demeliyim belki de. Ama çocuklar daha sıcak geldiğinden böyle anlatmayı tercih ediyorum. Wroclaw’a akşam iniyoruz, yola yaklaşık 18.00’de çıkmışız. Yorgun ama mutlu ve bir o kadar da meraklı bakışlarla trende tanıştığımız bisikletli bir Fransız öğrencinin peşine takılıyoruz. Haritası, sırt çantası ve bisikletiyle düşüyor önümüze o da kendinden emin. Çocuklar bi tur biniyorlar bisiklete, yüklerini taşımaya yardım ediyorlar ısrarla. Hostel tren yoluna çok yakın çıkıyor. O yorgunlukla bu sürprizli haber bizi çok mutlu ediyor. Hostelımıza ahşap merdivenlerden çıkıyoruz, rengarenk döşenmiş bir daire karşımızda. İngilizce bilen, sıcak insanlar, ortak kullanılan mutfak, on yataklı oda. Bir gece geçiriyoruz bu kedili mekanda. Çocuklar sohbetli, bol gülüşmeli, her şeyi paylaştıkları bir geceyi daha heyecanla geride bırakıyorlar. Kahvaltımızı yapıp şehri geziyoruz. Öğrencilerimizin alışveriş merkezine gitme ısrarlarına sert bir çıkışla karşı koyup şehrin sokaklarını soluyoruz. Dindar bir şehir, her yanda bir kilise ya da papa heykeli çıkıyor karşımıza. Wroclaw’ın da ortasından bir ırmak geçiyor. İçinde ördekler yüzüyor. İster istemez kıyaslıyorum bizim şehirlerimizle. Perişan ırmaklar, varoluşu neşe değil sanki suçlulukmuş gibi taşınan suları bizim şehirlerin. Suratsız dik beton duvarlar arasında akmaya mahkum edilmiş, kirletilmiş dereler geliyor aklıma. Esmerliğime rağmen soluyorum bunları düşününce. Solgun ve hüzünlü Polonyalılar gibi oluveriyorum suya yapılan ihanetlerimizin ağırlığı altında…

Aklıma gelen o öz olaya gelemedim hala farkındayım ama merakla bekleyin biraz daha bakalım. Aynı günün akşamı dönüş yoluna koyuluyoruz. Sesler değişiyor. Trenin harekete olanak tanıyan dost sıcaklığı tanış olmuşluk hissi yaratıyor hepimizde. Çocuklarla konuşurken çoğunun ilk kez trenle yolculuk ettiğini öğrenmek canımı sıkıyor. Tren yolu işçisi bir emektarın çocuğu olmaktan belki, mümkün olduğunca trenle seyahat etmişimdir. Üniversitedeyken İstanbul Ankara arasını bilet bulduğum sürece Anadolu ekspresiyle geçmişimdir. Arkadaşlarımla okul kaçışlarımızı Gebze’den Haydarpaşa’ya banliyö trenlerinde gerçekleştirdiğimizden midir nedir daha bir üzülüyorum öğrencilerimin tren yoksunu yaşamlarına. Geride bıraktığımız şehrin saygılı dinginliği, sokaklarının tenhalığı etkiliyor hepimizi. Dresden’e akşam 10 civarında varıyoruz. Chemnitz’e gidecek tren 11 civarında. Telaşlanıp başka yollar arıyoruz. Yanımızdan geçenlerle konuşuyoruz. Güler yüzlü, saçı sakalı karışık genç bir Alman’a yaklaşıp derdimizi anlatmaya başlıyorum. Daha ben yarılamadan gülerek sözümü kesiyor: “Ah evet! Evet ya” diyor anlayışla. “ Türkiye’de bulundum, biliyorum her yere, her saat otobüsünüz var ama otobüs bizim için bu kadar yaygın bir ulaşım aracı değildir. Biz her yere trenle gidiyoruz. Uygun saatleri ayarladığınızda hiçbir sorun yaşamadan istediğiniz yere rahatlıkla ulaşırsınız” diyor. Bu özet beni çarpıveriyor gerçekten. En küçük kasabaya, başka bir ülkeye bir anlamda dilediğiniz yere trenle, hissederek, yayarak, ölmeden gidebilme özgürlüğü. İşte sözünü ettiğim öz. Biz otoyollarla sardık ya dört bir yanını ülkemizin. Her yana gidebildiğimizi düşünüyoruz ya serbest piyasamız sayesinde ya da her neyse o saye. Derelerimizi bok götürsün. Otobüsün yanından hızla geçtiği güzelim Marmara foseptik çukuru olsun. Öyle üstünden geçilmiş, ruhu çekilmiş, rengi alınmış elinden. Önemli değil. Hırçın Karadeniz’in geçit vermez sahillerini duble yollarla dize getirip doğaya hiza çekmişiz. Kestiğimiz ağaçlar, denizden aldığımızı sandığımız toprak, yası tutulmamış ölüler gibi bir fırsatını bulur bulmaz karşımıza dikilecekler.

Ama önemli değil, ultra modern olduk ya biz, arabalarımızla istediğimiz an istediğimiz yerde oluruz. Doğaya inat, topak karınlı kuşların konuk olduğu mutluluk ağaçlarının varlığına düşman yaşamakta, anlamın aslınca söylersek ölmeye yatmakta ısrarcıyız.
Velhasılı kelam biz çocuklarla biraz telaşlı ama sağlam vardık geceleyin kalacağımız yere. Ancak ülkecek bu gidişle nereye varırız ben bilemesem de iklim için çabalayan bilim insanları, aklı selim dünya vatandaşları biliyorlar… İklim İçin 350 diye bağırıyorlar. Durban’da Türkiye fosil ilan ediliyor basiretsiz iklim politikaları nedeniyle.
Arabadan in bisiklete bin ey insan…Arabadan in trene bin, aç pencereni biraz çığlık atan doğayı duy!
Zeynep Alıca: pedalşör, gezgin, öğrenci ve bir öğretmen